5 Nisan 2013

Mono @ Salon

Mono'yu on sene kadar önce 'One Step More And You Die' albümleriyle keşfettiğimde reverb ve delay tığlarıyla oya gibi işledikleri gitarlarla enstrümantal rock yapıyorlardı ve ilham kaynakları gürültü açısından Sonic Youth, şarkı yapıları açısından da Mogwai gibi oluşumlardı. Kendileri gibi birçok grubun akıbetine uğrayabilir, kısıtlı bir estetiğin içine kendilerini hapsedip yok olabilirlerdi. Mono yerinde saymamayı tercih etti, önce yaylıları kattılar eserlerine, 2009 tarihli albüm 'Hymn To The Immortal Wind'e gelindiğinde ise 28 kişilik bir oda orkestrası çalıyordu kayıtta. Müziklerinde artık Henry Gorécki gibi kompozitörlerin etkisi hissediliyordu. Özetle gürültüyü med-cezir dinamiklerine sahip şarkı yapılarıyla harmanladıkları bir damardan zamanla modern klasik bir tarza yaklaştılar. Geçen sene yayınlanan 'For My Parents' ise yarattıkları sentezin en olgun örneğiydi. Bu albümü aradıkları cevapları dış dünyada değil içlerinde bulmaya çalıştıkları ve köklerine döndükleri bir dönemde, hala yapabiliyorken, ailelerine bir hediye verme ve kelimelerle anlatamadıklarını bu şekilde anlatma çabası olarak nitelemişler. Zaten Mono külliyatı ta başından beri sözlerin kifayetsiz kaldığı anlarda seslerin devreye girdiği bir külliyat, gitarist Takaakira Goto'nun deyimiyle anlatılamaz olanı anlatma çabası. Bu açıdan semavi bir yanı var Mono müziğinin, grup üyeleri de onca sene sonra bile sahneye bu yoğunluğu yansıtarak seyircileri farklı bir zaman-mekân düzlemine taşımayı başarıyor. Henüz bir gitar-bas-davul grubularken müziklerinin tasavvufi doğasına uygun bir mekânda, bir dinsel mabette seyretmiştim kendilerini. Aşkla ve adanmışlıkla, her şeylerini vererek çalmışlardı. Yıllar geçti; hatta Mono'nun o konserde çaldığı hiçbir şarkıyı çalmayacağı kadar yıllar geçti. Dün gece 'For My Parents'tan üç, 'Hymn To The Immortal Wind'den beş şarkı dinledik ve gördük ki yıllar içinde gaipten anlatmak istediklerini daha iyi anlatabilme yolunda bir müzikal evrim geçirmiş grup. Seyirciyi konsere ısındırma amaçlı çalınan birkaç dakikalık uhrevi bir gürültünün ardından tam saatinde tıklım tıklım dolu bir salonun önüne çıktılar. Son iki albümün kayıtlarındaki orkestral öğeleri dört kişi sahneye nasıl yansıtacaklarını merak ediyordum, elbette stüdyodakinden çok farklı ancak etkileyicilikte eksik kalmayan bir performans sundular. Bir senfoni orkestrası yoktu tabii sahnede ama gitar pedallarından efektler damıtıp çok daha ham bir gümbürtü kopardılar, müziğin insanı zapt eden görkemini en basit yapıtaşlarından bina ettiler. Mono’nun bunca sene bir kez bile vasatlığa düşmeden yola devam etmesinin en büyük sebebi birbirlerine ve müziklerine inançları, bir de egosuzlukları diye düşünüyorum. Farkındalar ki onlar birer vasıta sadece, hepimizden büyük bir güzelliğin hizmetindeler ve bu yüzden 15 sene sonra bile sahnede vecd ile kendilerinden geçebiliyor, ruhlarını yarattıkları seslerin azametine ve ihtişamına teslim edebiliyorlar. Bize düşen Japon dörtlünün peşinden gitmek oldu sadece. Şarkı aralarında tek bir kelime etmemelerini de büyüyü kelimelerle bozmaktan kaçınma ve bizi saf nefasetle yalnız bırakma isteklerine bağladım. Salon’un akustiği ve ses sistemi Mono müziğinin hakkını verecek kadar yeterli değildi belki, gürültü katmanlarının üst üste yığıldığı bazı anlarda sesin yekpareleştiğini ve nüansların kaybolduğunu duyduk ama kapalı bir mekân için normal diye düşünüyorum. Zira Mono müziğinin hakkını ancak gökyüzü, okyanus ve dağlar verebilir.